Sait Başer, “Nisan Bir ve Lades”, Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı: 174, İstanbul, Nisan 1988, s.6.
diye haykırdı.
Dönüp baktım. Kardeşim, çok sevdiği orijinal tuğralı Osmanlı parasından yaptırdığı anahtarlık elinden gittiği için biraz mahzun; ama küçüğü kırıp elinden almaya da kıyamıyor!
Hadise bana bir hayli dokundu. Sevdiğim iki genç insan bize ait bir güzelliğe aynı derecede tutkundu. Yavaşça küçüğe seslendim. Ona 1 Nisan şakasının bize Fransızlardan geçme bir türedi gelenek olduğunu anlatmaya çalıştım. Eski Fransız milli takviminin yılbaşı olan bu günü unutmamak için Fransızların böyle bir yola baş vurduklarını, bu günün bizimle hiç bir alakası olmadığını; kendi güzelliklerimizi Batı’nın oyunlarına mevzu yapmanın tatsızlığını dilim döndüğünce söyledim, anlattım. Ama illa tuğraya sahip olmak ve bunu bir şaka yolu ile elde etmek istiyorsa bizim de böyle bir oyunumuz olduğunu, ”Lades” oynamalarını tavsiye ettim. Hem bu oyun belli bir günle de sınırlı değildi.
Küçük afacan bu izahtan ne kadar tatmin oldu bilmem. Ama anahtarlığı alıp sahibine iade etmek üzere gönülsüzce uzattı. Kardeşim ise düşünceli bana bakıyor, anahtarlığı görmüyordu:
“– Ama ağabey” dedi “Nisan 1’de alan, kapan kazanıyor; bizim Lades’te ise veren kazanıyor!”
Ne yalan söyliyeyim, işin bu tarafını fark etmemiştim. Ne kadar manalı, ne kadar çarpıcı bir kıyas!
İşte iki medeniyetin farkı bu idi ve çocukların oyunlarına bile aksetmişti. Elbette öyleydi. Bizim medeniyetimiz “veren”, Batı medeniyeti ise her yolu mübah bilip “alan, çalan, çırpan” bir medeniyetti.
Bu hakikati desteklemek için bir çırpıda akla geliveren yüzlerce misal sıralamaya ne gerek var!