Türk Edebiyâtı, Sayı: 155, Eylül 1986, s.20
Eylül 1980den önceydi. Fransız Kültür Merkezi’nde Fransızca dersleri alıyoruz.
-Ne oluyor? Diye sordum.
-“Bugün Paskalya imiş.” Dedi. “Eğlenecekmişiz!”
“Allah Allah! Bizim kandiller, bayramlar geçti umursayan olmadı. Ki, şurada onbeş Fransız hoca karşısında yüzlerce kişiyiz?” diye sorduğumu zannetmeyin. Bu tabiî bir şey idi. Çünkü burası onların kendi kültürlerini yaymak için açtıkları bir yerdi. Bizimkini değil!..
Hiç unutmam, Croir (inanmak) fiilini anlatırken aynı Bişo, bütün sınıfla nasıl oynamıştı. Allah’a, ahirete, meleklere inanmanın hem de bu çağda nasıl mümkün olabildiğini üstelik tek tek sormaya kalkışmıştı. Tabii, batılı bir “kültür elçisi”nin karşısında, bu girişten sonra hiç “inanılır” mıydı? Nitekim, bir Allah’ın kulu çıkıp “İnanıyorum” dememiş, sıra bana gelip de ben: “Elbette! Bundan daha tabiî ne olabilir?” deyince, sanki ortaya bir bomba düşmüş gibi şaşırmıştı. Arkasından derin felsefî münakaşalar yapmıştık. O yüzden Madam Bişo ile aramış birazcık şeker renk idi.
Şimdi ise “Paskalya!”
Derken, pastalar, börekler, çörekler… Elbette bizim gençler almışlar…Ve şenlik başladı. Madam Bişo fıkralar anlatıyor, bizimkiler mest.
Herhalde ikinci saate derse geçilir ve bu davetsiz şenlik biter düşüncesiyle bekliyordum. Seyrediyorum. Ne gezer? Şarkılar başladı. Hanım kızlarımız pek heveslilermiş. Sololar yapıyorlar.
Bir avukat hanım vardı. Bulgaristan’dan gelmiş. Adı Emine! Kursiyerler içinde arada bir de olsa ancak onunla konuşabiliyordum.
Kızlarımızın bir Fransız paskalyasını güzelim şarkılarımızla şenlendirmeleri çok ağırıma gitti. Giderek fena halde içerledim. Boğazıma bir yumruk tıkandı. Dışarıda olup bitenlerle bu hal arasındaki organik bağı düşündüm. Yine yaralarım depreşti.
“-Yarabbi! bu millet bu hâle nasıl geldi?” derken; yanık, yanık olduğu kadar da içli ve güzel bir hanım sesi: Alişimin Kaşları Kara… şarkısına başlamaz mı?
Baktım; “Bizim Emine?”…
Çıktım…
Paltoma sarınıp, tipiye çeviren kar altında yürüdüm.
Vaktiyle Yavuz Bülent Bakiler bir yazısında; “Türküler bizim sedef kakmalı boy aynalarımızdır” diyordu. Ne doğru söz. İşte böyle bir Türkü, kendiliğinden dilimin ucuna kadar geliverdi:
“Eşinden m’ayrıldın yolun mu şaştın,
Yabancılar vurmuş telli turnamı”